Kırmızı Kapının Ardında

Başını çevirip yatağındaki kadına baktı. Bilgisayar ekranından yayılan soluk mavi ışık ince pikenin altından çıkmış biçimli bir bacağı aydınlatıyordu. Yarattığı bütün klavye tıkırtılarına ve bilgisayarından gelen fan sesine rağmen uykusuna devam ediyordu kadın. Başını iki yana doğru sallayarak paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Ona kırmızı bir kapıyı hatırlatan anlık dejavu hissini içinden atmaya başladı. Siyaha boyanmak istenen kırmızı bir kapı. Stones şarkısındaki gibi. Hayatında hiç bir renk olmayan ve olmasını da istemediği bir dönemde benzer bir şey yaşamıştı. Eski odasında ufak kuleler oluşturan mizah dergileri yatağın altında kutulanmış duruyordu. Odanın işgalini kitaplar devralmıştı şimdilerde. O zamandan bu zamana yaşadıklarını düşündü. Ne kadar değişmişti? Veya ne kadar değiştiğini zannediyordu?

Bu düşünce onu rahatsız etti. Zira etrafındaki herkes hayatında bir ilerleme kat ediyordu fakat o hep yerinde sayıyormuş gibi hissediyordu. Yanlış anlamayın bulunduğu yerde pek bir sıkıntı yoktu ama oyunlarda olduğu gibi bir kaç seviye atlamış olsa fena olmazdı hani. Değişmek. Bir şeyin artık eskisi gibi olmaması. Can sıkıcı bir şey özünde. Alışkanlıklarından kolay vazgeçen biri değildi. Bu çoğu o zaman ona pahalıya patlamıştı ve özünde inatçı bir insan olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle de yalnızlık alışkanlığını bırakmamak için vazgeçtiği ilişkiler ve karşı tarafa alıştığı için bırakamadığı ilişkiler.

Romantik ilişkilerde hep mutsuz olmuştu. Başlarda her şey güzel gider bilirsiniz. Yeni birini tanımak, onun hayatına girmek her zaman ilgi çekicidir. Ama eninde sonunda tanıyacak, öğrenecek şeyler tükenir ve o kişinin yalın hali ile baş başa kalırsınız. Anlatabileceği her şeyi anlatmış olan biriyle vakit geçirmek zordur. Zira aynı zamanda o kişiye katlanabilmeyi ve birlikte vakit geçirebilmeyi gerektirir. Eğer pek ortak noktanız yoksa bu inanılmaz derecede zor olabilir. Onun çoğu ilişkisinde de böyle olmuştu. Bir süre sonra yapacak, anlatacak, dinleyecek bir şey kalmamıştı ve geriye sadece kavga etmek, surat asmak ve eninde sonunda ayrılmak kalmıştı. Tıpkı başarısız olan her ilişki gibi. Eskitmediği ilişkilerinde ise parteri değişmişti. Ve alışkanlıklarına bu kadar önem veren biri değişen biri ile de yapamazdı… Öyle değil mi?

Küçük şeylerden zevk alan biri değildi pek ama sessizliği her zaman sevmişti. Karşısındaki ile sessiz kalabilmeli insan. Bir şey söylemeden, bir şey yapmadan, hatta belki bakışmadan bir süre rahatsız hissetmeden oturabilmeli. Karşındaki kişinin sadece yanında olma hali bile diğer seçeneklerden çok daha iyi olmalı. Yoksa nedir ki karşındaki? Bir  tür oyalanma hali mi? Yoksa kendini haklı kılmanın kılıf uydurulmuş hallerinden biri mi? İkiliden birinin motivasyonu hakkında da düşünmek gerekir. Günün sonunda yatağa girmek için gün boyu uyum sağlayan insanların, yazının tam ortasında tarzını değiştiren bir yazardan ne farkı var? Düşünün ikisinin de bir derdi var. Anlatacak, yapacak, edecek. Yolunu hazırlıyor.

Tüm bunları düşününce aklına tekrar kadın geldi. Başını ellerinin arasına aldı. Peki biz? Biz hiç bir şeyiz. Ne bir şeydik, ne de bir şey olacağız. Neden peki? Nedeni yok, sadece yarım saatlik bir egzersiz. Bedenlerin kullanıldığı, para yerine zevk takaslanan bir alışveriş. Sadece o kadar mı? Sadece o kadar seni moron.

Pencereye baktı. Yakında sabah olacaktı. Kadın giyinip gidecekti ve o aşılmaz yalnızlığına hala sahip olacaktı. Neydi şimdi bu, gerçekten bir takas mı? Sanırım öyleydi çünkü kendini dolandırılmış hissediyordu. Sanki bir şey kaybetmişti. Sanki yenilmişti. Erkekler hep zafer kazandıklarını hisseder zannederdi.Olmadığı biri gibi davrandığı için suçlu, bitkin ve tuhaf hissediyordu.

Bir kaç gün şehir dışına çıkmalıydı belki de. Kaçacak mısın? Kaçmak değil bu. Sadece geri çekilmek. Bir kaç adım geri gidip daha geniş bir açıdan bakmak. Ya ararsa? Aramaz. Şimdiye kadar hiç aramadılar. Ya bu farklıysa? Bekaretini kaybetmiş köylü kızı gibi davranmayı kes. Acımı gördü, beni gördü. Dün gece hayatının en iyi gecesiyse bile aramayacak. Ya ararsa? Ya ararsa…

Başını iki yana salladı. Ayağa kalkıp diğer odaya geçti ve çabucak üzerindekileri değiştirdi. Bilgisayarı kapattı. Yatağın yanındaki sehpanın üzerine “Çıkmam gerekti, dolapta kahvaltılık var.” yazan bir not bıraktı. Ceketi bir çırpıda üzerine geçirip çıktı evden. Sabahın ilk ışıkları sokakları aydınlatmaya başlamıştı. Mavi bir İstanbul. Denizden sokaklarına kadar. Mutlu bir düşünceydi. Denizi düşününce adımlarını sahile doğru çevirdi. İşe giden insanlar çoktan kalkmış takım elbiseleri ve çantaları ile otobüs duraklarına dizilmişlerdi. Bu… bu başka bir zamanın konusu.

Duraklar önünden geçerken simit aldı. Sahilde kimsecikler yoktu. İstanbulun silüetini izledi simidini yerken. İnşaatlar, inşaatlar. Diken diken bir kültür başkenti. Kendi de böyle hissediyordu bazen. İstanbul gibi. Uzaktan bakınca bir beton yığını. Yakına gelip, sokaklarında yürüdüğünde bir cennet. Ama o kadar çok trafik var ki bir türlü yakınına giremiyorsun.

Vize Haftasının Bitişi ve Kütüphane

Her üniversite öğrencisi ne demek istediğimi çok iyi anlar. Vize haftası denince yüzler buruşturulur. Zira bu kelime öbeğinin akla getirdiği ilk şey okulun kütüphanesine geçen geceler, gözden geçirilen sayfalarca notlar, hazırlanan projeler ve daha bir çok ıvır zıvır. Bana da böyle oldu. Sınav haftası, Kapadokya’ya gitme hazırlıkları, projeler derken kendimi bir asosyalleşmiş buldum. Bu asosyalleşmenin ilacı olabilecek şeylerden biri de bu blog tabi. İçimi dökebilsem dökebilsem buraya dökerim. Tabi vize dönemimde bu hiç aklıma gelmemişti o yüzden bu yazı epeyce sarktı.

Vize dönemleri bildiğiniz gibi üniversite hayatının barındırabileceği bütün eğlenceli şeylerin bir kenara koyulduğu haftadır. Bütün kampüs bir sessizliğe bürünür. O hafta ne öğrenci kulüpleri ne de okul idaresi bir şey yapamaz olur zira bütün etkinlikler “SINAVIMIZ VAR” bağırışları ile bastırılır ertelenir. Eğer kampüste yaşıyorsanız bu aslında iyi bir şey olabilir. Çünkü etrafınızda ders çalışan veya en azından ders çalışmaktan bahseden insanları görünce insanın vicdanı ona ertesi gün olan sınavını hatırlatıyor. Dolasıyla bir şekilde kendinizi kütüphaneye sürüklenmiş buluyorsunuz. Kütüphanelere gelince…

Gündüzleri bomboş olan kütüphane yemekhanenin akşam yemeği saatlerinin bitişine doğru, yani sekiz gibi yavaş yavaş dolmaya başlar. Eğer o saatten önce gelmiş ve sessiz bir huzurla ders çalışan insanlardan biriyseniz bir anda şaşkına dönebilirsiniz. Zira bütün enerjisini almış yüzlerce kişi kütüphaneye doluşur ve herkes bağıra bağıra birbirine ders anlatmaya veya geyik yapmaya başlarlar. Tabi kütüphanenin ses gelmeyen sakin kuytu köşeleri de var ama kalabalık okullarda buralar hep kapılmış olur ve insan gürültünün olduğun uzun masalarda çalışmaya zorlanır. Bu gibi dönemlerde yurt odamdan hiç çıkmamam gerektiğini öğrenmiş oldum bu dönem. Evet bu dönem. Şöyle açıklayayım;

Dört senedir üniversite öğrencisi olarak hayatıma devam ediyor, fakat bu demek değil ki dördüncü sınıf öğrencisiyim veya okulum bitmeye yakın. Dört sene boyunca hiç derse girmeyip, hatta okula bile gitmeyip etrafta boş boş gezdim efendim. Dolasıyla bırak kütüphanede ders çalışmayı okulun kapısından bile girmediğim seneler oldu. O yüzden an itibari ile temizlediğim bir avuç ders var. Henüz hala yolumun başındayım anlayacağınız.

Her neyse, saat on iki civarı insanların uykusu gelir ve yurt odalarına dönerler. İşte bu saatler ders çalışmak için mükemmel zamanlardır. Tabi uykunuz gelmemişse. Kütüphanede herkes mayışmıştır. Bitse de gitsek modundadır. Siz yeni gelirsiniz, daha enerjiniz yerindedir. Geçersiniz bir masaya başlarsınız çalışmaya. Sonra gecenin bir körü kafayı kaldırınca fark edersiniz ki koca kütüphanede on kişi ya var ya yok. O sessiz sakinliğin içinde doya doya çalışın efenim.

Ah bir de kütüphanelerde sigara içilse…

 

Blog ve Delinin Günlüğü

Türkiye’de Blogging

Ben tabiki bir sosyolog veya insanların bloglarından çıkarım yapabilecek başka bir uzmanlık alanından değilim. Ama end-user diye tanımlanabilecek bir kitledenim. Ve gözlemlediğim kadarıyla Türk insanının blog kullanma anlayışı daha çok oradan buradan arakladığı bilgilerle bir çöplük havuzu oluşturmaktan ibaret. Ben enformasyonun her halini sonuna kadar destekleyen biri olarak, herkesin kendi sesini duyurmasını istiyorum tabi ki. Ama WordPress’in Okuyucu kısmına girdiğimizde şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza;

blog, etiketler
Tabi aralarda çok iyi bloggerlar da var ama çoğunluk sanki bu işten biraz para kazanma ihtimalleri olduğunu düşünen ev hanımları ve küçük çocuklarmış gibi bir izlenim uyandırıyor bende.

 

 Delinin Günlüğü

Ben ise internetin neredeyse her köşesine girip çıkmış biriyken senelerdir bir türlü adam gibi bir blog oluşturamadım. 2008-2010 yılları arasında şu an adını hatırlamadığım bir blog açmıştım. O sıra ilgilendiğim ne varsa onu yazıyordum. Yani yazılar çoğunlukla oyunlar, filmler, kitaplar, animeler ve benim günlük sorunlarımdan oluşuyordu. Blog kavramı internetin popüler olmaya başladığı ilk anlardan beri ortada fakat hala kimse blog nedir veya bir blog’un içeriği nelerden oluşmalıdır tam olarak emin değil. Ben de emin değildim fakat bir ay kadar önce bahsettiğim eski bloguma denk geldim. O an fark ettim ki blog tam anlamıyla bu olmalı. Blog sahibinin veya sahiplerinin kafasından geçenleri insanlarla paylaştığı bir platform. 2008 yılında liseli kafamla çok doğru bir iş yaptığımı fark ettim.

Ben de ne yaptım o blog’u tekrar buldum, yazılarımı ve onlara gelen yorumları okudum. Kendi saflığıma ve o zamanki düşüncelerime epeyce güldüm. Gelen yorumların bazılarına daha çok güldüm. Ve sonra bunu devam ettirmeye karar verdim. O an küçük dünyamla başladığım blog tarzını şimdiki düşünce şeklimle uyarlamaya karar verdim ve çok geçmeden Delinin Günlüğü’nü açtım. Bu isim de çok eskilere dayanıyor. O blog’umla aynı yıllar olması lazım bir kaç forumu birden aktif olarak takip ediyordum ki bunlardan bir tanesi Kayıp Rıhtım‘dı. Çok geçmeden Kayıp Rıhtım‘ın edebiyat kategorilerinden birinde “Delinin Günlüğü” isimli bir yazı dizisi yazmaya başladım. Ve ben yazdıkça bu bir nevi Yeraltı Edebiyatı Denemesi oldu çıktı. Ki bunları veya yeni yazdıklarımı bu blog’umda da paylaşmayı düşünüyorum yakın zamanda.

Neyse düşüncelerimi toparlamak gerekirse, diğer kullanıcıların aksine Delinin Günlüğü şahsım için bir rahatlama platformudur başka bir amaç taşımaz. Derslerden, projelerden ve ikili ilişkilerin delirtici daraltmasından kaçmak adına çoğunlukla akşam saatleri bir kaç dakikalığına kafanızı ütülediğim bir yer. Tezgahta çay da olacaktı…

 

Üniversite Hayatı – 1

Üniversiteye başlayalı neredeyse dört sene oluyor. Hazırlık okumadığım için bu dört sene fakülte deneyimi demek oluyor ki yakın zamanda da sona erecek gibi durmuyor. Dört senedir okuldayım ama hala beni şaşırtan şeyler olmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde bir olay başıma geldi. Programlama ile ilgili bir dizayn projesi verilmiş. Ben derse gitmediğim için geç gördüm. Projelerin dizayn kısımları da düşük yüzdeli olduğu için son dakika uğraşmak istemedim ve yapmamaya karar verdim. Due Date’den bir sonraki gün sabah uyandığımda hocanın öğrencilere mail atmış olduğunu gördüm.

“Proje dizaynını submit etmeyenler dersten F alacaktır.”

Şimdi bundan önce şunu söylemem gerek ki bir önceki dönem aynı dersi AA gibi bir not ile geçecekken hiç derse gitmediğim için devamsızlıktan kalmıştım. O yüzden asistanlar falan durumumu az çok biliyor lab seanslarında biraz kıyak geçiyorlar.

Neyse efendim, gelen maili görünce tabi paçalarım tutuştu kütüphaneye çıktım kitabı açtım önüme kağıda kaba taslak bir UML (Kodu yazmadan önce algoritma tasarımınızı gösteren çizelge tarzı bir şey) çizip submit ettim. İki gün sonra not açıklandı 50 almışım. Ben tabi 5o aldığımı görünce tam puanın elli olduğu kanaatine vardım. Tabi bu Salı günü uygulamaya girmeden önceydi. Asistan öğrencilere dizaynlarını geri dağıtıyordu, benimkini bulamadı, gitti içeriden başka bir kağıt getirdi yanıma geldi.

“Ya sen aslında yüz alıyormuşsun ama son gün submit ettiğin için yarısını kesmek zorunda kaldım kusura bakma.” dedi utana sıkıla.

Şimdi bu durumda %2’lik proje dizaynı için dersten bırakmakla tehdit eden hocaya mı kızarsın, son güne bıraktığın için kendine mi kızarsın, projeyi verirken vermeyenleri bırakacağını, geç verenlerin de puanını keseceğini söylemeyen hocaya mı kızarsın?

İki ucu boklu değnek anlayacağınız.

Neyse efendim ben artık şu dizayn ettiğimiz kodu yazayım da neme lazım yine puanın yarısı kırılmasın yok yere.