Kar Taneleri

Öldüğünü ne zaman anlarsın?

Toprağın altında olduğunda mı yoksa her gün nefes aldığın halde hiç bir şey hissetmediğinde mi?

Belki ben öleli çok olmuştur. Senelerdir yeryüzünün küçük bir kısmında yürüyorum. Henüz bir yere ulaşamadım. Herhangi birinin de yürüyerek belirli bir noktaya ulaşabileceğini sanmıyorum. Yürümek hayatta belirli anlar yaşayana kadar zaman geçirmek için yaptığımız bir şey gibi geliyor bana. Ben ne kadar yürürsem yürüyeyim hiç bir şeye yaklaşamıyorum çünkü.

Toprağın altında olanları kıskanıyorum. Bekleyecekleri bir şey yok. Biz yaşayanlar, sebepsiz yere oradan oraya savrulmak zorundayız. Onların dertleri yok, acıları da yok. Bir kadın tarafından ilk terk edilişimi hatırlıyorum. Kalan günlerimin üzüntü ile geçeceğini ve o andan sonra yaşam denen şeyin zehir olacağını zannediyordum. İnsanlar kendilerini ve etraflarındaki bazılarını, eşi benzeri bulunmaz kar tanesi zannederler bilirsiniz. Çok yanlış bir benzetme değil aslında. Ortalık biraz ısındığında eriyip giden, dünyaya her gün binlercesi düşen kar taneleri.

Trilyon galaksinin arasında, yüz milyarlarca yıldızın olduğu bir galakside, Güneş’in etrafında dönen orta ölçekli bir gezegende yaşayan 7 milyar insanın arasında insanların kendilerini bu kadar değerli sanması gerçekten garip. Elips şeklinde dönen bir taşa tutunmuş canlılar olarak, kısacık ömrümüzde, günden güne yaşayıp biraz olsun eğlenmeye çalışmak dışında pek bir anlam yok işin aslında.

 

 

Umut

Boşluğun kıyısında durup, o alabildiğince siyah  umutsuzlukla savaştı. Hayatında değer verdiği az sayıdaki şeyi yavaş yavaş kaybetmiş ya da onlardan vazgeçmişti. Kendini geride tutanın bizzat kendisi olduğu fikrine yıllar önce alışmış fakat bu konuda bir şey yapmayı bir türlü başaramamıştı. Her gece yatağa girdiğinde aklındaki düşünceleri, yarın yeniden başlayacağına ve her şeyin değişeceği hakkında oluyordu. Ama sabah uyandığında bırak hayatını değiştirmeyi, kahvaltı hazırlayacak kadar bile hevesi olmuyordu.

Uzun süre hatalı olduğunu düşünmüştü. İnsanlığın çoğunda olan hırs ve ihtiraslara sahip değildi. Hala eksik olanın kendisi mi yoksa hırslı insanlar mı olduğuna  karar verememişti. Bazı günler diğerlerine göre daha iyi oluyordu. Ama bazı günler ise varoluşunun en derinin de depremler oluyordu sanki. Ne kadar küçük ve önemsiz olduğu aklından çıkmıyor, düşünceleri sanki onu yeryüzünden silmek istercesine gün boyu çıkamadığı yatağa bastırıyordu.

Nefes almak zor geliyordu. Sadece sigara içtiği için değil, nefes alıp almamayı önemsemeyecek noktaya geldiği için. Belki biraz da oksijeni hak edip etmediğinden emin olamadığı için. Kokuyordu. Umutsuzluk ve korku. Birleşmişti artık. Benliğinin yerine geçmişti neredeyse. Bu kadar  kısa sürede bir insanın her hayali, umudu ve dileğinin  parçalanması hayret vericiydi.

Nereden başlarsa başlasın belki de burada bitmesi gerekiyordu. Bir insan ne kadar yaşayabilirdi ki? Yaşlanması dursa, kendini bu uçurumun kıyısında bulmadan önce kaç yüz yıl yaşayabilirdi? Onun için bir kaç on yıl yetmişti. Belki de hayattaki tek başarısı buydu. Kısa bir sürede hayattan hiç bir beklentisinin kalmamış olması bir başarı sayılabilirdi belki de. Bu düşünce kendini iyi hissettirdi. Bir adım geri atacak gibi oldu ama başını iki yana salladı. Arkada hiç bir şey kalmamıştı artık. Yaslanacak bir omuz, dinlenebileceği bir koltuk yoktu artık. Huzur sadece önünde var olabilen bir ihtimaldi.

Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. İşte bu kadar. Mutlu bir düşüncenin bile geçmesi için gerekli olan tek şey bir nefes alımlık zamandı onun için. Acı acı gülümsedi. Ellerine baktı. Yıllar boyu insanlara, eşyalara belki de ruhlara dokumuştu. Hepsinden birer kötü anıyı borç aldığını düşündü. Dokunarak yapılan bir alışveriş. Aldığı nefesi bıraktı. Gözlerini açtı ve bir adım ileri attı.

Beş Yüz Kilometre

Hayatının ellerinin arasından kayıp gitmesini izliyordu sanki. Her geçen gün, dünyadaki günlerinin sayısı azalıyordu ve kalan günlerinin iyi geçmesini sağlamak için de pek bir şey yaptığı söylenemezdi. Boşlukta süzülüyordu neredeyse. Kendini, görünce üzüldüğü ama asla yardım etmediği “kan aranıyor” ilanları gibi hissediyordu. Acaba günlük üzüntü dozunu ondan karşılayan insanlar var mıydı? Ya da onun durumunu insanlarla paylaşıp yeterince yardım ettiğini düşünenler? Olabilir… Çok fark etmezdi. Herhangi birinin veya bir şeyin ona yardım edebileceğini düşünmüyordu. Yardım aramayı da, istemeyi de uzun zaman önce bırakmıştı.

Süzülüyordu. Karanlık düşüncelerin derinliğinde jiletler ve köprüler vardır. Hepsinin üzerinden atlıyordu. Henüz zamanı değil. Neden değil? Mutlu olma ihtimali vardı çünkü. Bir zamanlar mutlu olduğunu hatırlıyordu. Uzun bir zaman önceymiş gibi geliyordu ama mutluluk yine de mutluluktu. Eğer bir kere mutlu olabildiyse tekrar olabilirdi. Tek sorun nasıl olacağını bilmemesiydi. Yeni bir amaç bulmayı, yeni şeyler denemeyi, yeni insanlarla tanışmayı, aşık olmadığı kadınlarla birlikte olmayı denemişti ama işe yaramamıştı. Denedikçe daha kötü hissediyordu. Kendi kazıp, kendi indiği bu kuyunun duvarlarını da kendisi örmüştü. Ve şimdi her şeye o kadar uzaktı ki, tiksinmeden kafasını bile çıkarmıyordu.

Cenin pozisyonunda vücudunu ısıtmaya çalıştı. Artık hep üşüyordu. Yatakta varoluş sancıları ile kıvranırken dışarıda hayatlar başlıyor ve bitiyordu. İnsanlar simit alıyor, işe gidiyor, aşık oluyor ve ölüyorlardı. Dünya, Samanyolu ile birlikte, onsuz dönüyor gibi geliyordu. Günler birbirinin aynı, haftalar yılların aynı. Oturduğu binanın gürültücü sakinleri olmasa belki de zaman kavramını yitireceğini düşündü.

Neden hayattayım? Aklına gelen bu soru üzerine yüzünü buruşturdu. On binlerce yıl önce sorulmuş bu soruyu aştığını düşünüyordu. Belki. Sebepsiz. Kırmızı hapı yıllar önce almıştı ama tavşan deliğinin bu kadar derin olabileceğini hiç düşünmemişti. Aylardır yerinden kıpırdamadığı halde kendini sürekli beş yüz kilometre yürümüş gibi hissediyordu. Keşke bir beş yüz kilometre daha yürüme arzusu olsaydı.

 

Minnet

“Bütün çocuklar delidir…”

Şarkının sözleri uzakta kalırken, yürümeye devam etti. Kalabalık sokakta insanlar birbirlerine çarparak, bazen itip kendilerine yer açıp yürümeye çalışıyordu. Soğuk rüzgar yüzünü acıtıyor, gözlerine yaşlar dolduruyordu. Başını öne eğdi ve yürümeye devam etti. Etrafında bir nehir gibi akan insan seline aldırmadan yürüdü. Yüzlerce insan, yüzlerce hayat, binlerce dert, milyonlarca düşünce ona kendini belli bile etmeden geçti gitti yanından.

Kısa bir yürüyüşün ardından varacağı yeri gördü ve sokağa girerek, yürümeye devam etti. Sokağın ortalarına doğru bir bara girdi. Loş ışıklı, tahta döşemeli, köhne bir yerdi. Bar tezgahının önünden geçerken barmene kafasıyla selam verip, yürümeye devam etti. Binanın arka tarafındaki avluya çıktı ve etrafına bakmaya başladı. Gözleri, masanın üstündeki dergiyi kamburunu çıkartarak okuyan birine takıldı. Takım elbise giymişti ve sol kolunun manşetinden afilli bir saat parıldıyordu. Karşısına oturdu ve “Merhaba Emre” dedi. Emre başını kaldırarak gülümsedi. “Merhaba, geç kaldın.” dedi. Adam başını yukarı aşağı sallayarak “Evet, otobüsü kaçırdım. Sen bir şey içmiyor musun?” dedi bir yandan montunu çıkartarak. Emre “Valla oturalı bir yirmi dakika falan oldu ama kimse gelip sipariş almadı. Sen nesini seviyorsun buranın anlamadım iki sokak aşağıda OrtaNokta var oraya gitseydik daha iyiydi.” dedi. Adam başını iki yana salladı. “Çok kalabalık oluyor orası. Ben hallederim şimdi.” diyerek masadan kalktı.

Bar tezgahına iki elini koyarak yaslandı. Barmene iki bira istediğini söyleyerek, dışarıdaki masada oturan Emre’ye baktı. Hayata neredeyse aynı noktadan başlamışlardı. Nasıl bu kadar ayrı düşmeyi başarmışlardı hayret ediyordu. Aynı liseden mezun olup, aynı ayarda farklı üniversiteleri kazanmışlardı. Emre mezun olur olmaz çalışmaya başlamış, son iki yıldır da prestijli bir firmada terfi bekliyordu. Nasıl bu kadar değişmişlerdi? Çocukluklarında birlikte geçirdikleri zamanları düşündü. Oynadıkları oyunları, birlikte aşık oldukları kızları. Ve sonra bitmişti. Hayat birini bir köşeye, birini diğer köşeye fırlatmıştı sanki.

Barmenin, tezgahın üzerine koyduğu iki birayı da alarak masaya geri döndü. Emre telefonuyla oyalanıyordu. Biraları masanın üzerine koyunca başını kaldırdı. “Ben şarap içecektim aslında.” dedi dudak bükerek. Adam cevap vermeden karşısındaki sandalyeye oturdu. Bir an sessizlikten sonra Emre “Neyse bira da olur.”  dedi ve büyükçe bir yudum aldı. Adam gülümseyerek sandalyeye astığı montunun cebinden sigara paketini çıkardı. Bir sigarayı dudaklarının arasına koyarak yaktı. Emre bütün dikkatini sigaraya yöneltmişti. Adam sigaradan derin bir nefes aldı ve dumanı üfledi. Emre adamın elindeki sigaradan gözlerini alamıyordu. “Noldu?” diye sordu adam. “Yeni bıraktım.” dedi Emre. “İş yerinde kimse içmiyor. Üstüme sinince insanlar bir garip davranıyordu. Kötü kokuyor sonuçta meret.” diye ekledi ardından.

Adam dudak büktü. “Sigara bırakılmaz, ara vermişsindir sen.” dedi. Ne yani o sigarayı bıraktı diye yanında içmemesi mi gerekecekti şimdi? Hayatta olmaz. Sigara paketini masaya koydu. “Canın çekerse alırsın bir tane.” dedi kendi bitmiş sigarasını söndürürken. Emre başını hızlıcaa iki yana salladı kendini toparlamış görünüyordu. “Ee neler yapıyorsun bu aralar? İş bulabildin mi?” dedi. Adam güldü. “Evde oturuyorum. İş aramadım ki hiç. Arasam da bulabileceğimi sanmıyorum zaten. Bulsam da uzun süreli çalışabileceğimi.” dedi. Emre kaşlarını çattı, “Yahu ne alakası var. Bizim şirketteki elemanları bir görsen sinir krizi geçirirsin. Alayı salak bu heriflerin. Koskoca uluslararası şirket. Kimi işe aldığına dikkat eder zannedersin. Ama nerede… Valla bir görsen, bütün gün moronlarla uğraşıyoruz ya. Sen var ya onların bütün gün yaptığı işi 15 dakikada yaparsın ya, cidden söylüyorum gülme öyle. Gel bak ben konuşayım insan kaynaklarıyla sana da bir iş ayarlayalım. Bilgi işlemde falan… İş bulana kadar cebine para girer. Senin için kolay iş birde zaten evindeki zavallı bilgisayara yapmadığın kalmıyor, biraz da başkasının bilgisayarına işkence edersin.” dedi ve bir kahkaha attı. Adam başını iki yana salladı. “Ben çalışmak istemiyorum ki. Evde oturmak istiyorum. Ara sıra buraya gelip bira içip tekrar eve dönmek istiyorum.” dedi. Emre “Oğlum iyi de hayatın boyunca aileni mi sömüreceksin? Cebin biraz para görsün ya, yok mu böyle almak istediğin bir şeyler, araba falan?” diye sordu.

Adam omuzlarını silkti. Sıkılmaya başlamıştı. Herkes aynı şeyi söylüyordu. Paraya ihtiyacı yoktu ki. Bir şey satın almak istemiyordu. Birazcık kira geliri vardı o da içki ve sigara parasını çıkarmaya yetiyordu zaten. “Üç kuruş için günde on saatimi başkasına ayıramam ben. Sonra müdür falan beni azarlamaya kalkarsa tepem atar, gelemem ben öyle şeylere.” dedi adam. Emre birasından bir yudum aldı. “Yahu bugün üç kuruş, yarın olur on kuruş sonra bir terfi alırsın hop oldu sana elli kuruş.” diyerek bir kahkaha daha attı. “İstemiyorum Emre, uğraşma boşuna.” dedi adam ciddiyetle. Emre kaşlarını çattı. “Aman istemezsen isteme be! Kendim için diyorum sanki. Herife bak ya gel sana iş bulayım diyorum oralı olmuyorsun. Başkası olsa kırk yıl dua eder iş buldum diye.” dedi sesini yükselterek. “Hadi ya? Minnettar olmam lazım yani sana? Yaşama şeklimi değiştirmeye çalıştığınız için çok teşekkür ederim Emre Bey, kıçınızı da öpebilir miyim? Al işini götüne sok ben hayatımdan memnunum. Senin gibi plazada kölelik yapıp patronlara yalakalık yapacağıma sokakta simit satarım.”

Emre ayağı fırladı. “Ulan ne alakası var? Söylediklerini kulağın duyuyor mu senin? Dünya senin istediğin gibi dönmüyor birader. Bu çocukça isteklerinden vazgeç artık. Evde oturmak istiyormuş, kimseye kölelik yapamazmış. Ya sen var ya… Ulan ne halin varsa gör be! Ben gidiyorum, evde otur çürümeye devam et sen!” diye bağırdı. Cebinden yirmi lira çıkararak masaya fırlattı ve çıkıp gitti.

Adam başını iki yana salladı. Ne demesi lazımdı? “Dostum 27 yaşımda hayat enerjim kalmadı, artık ne insanlara, ne de kendime tahammül edemiyorum.” Bu muydu söylemesi gerekenler? O zaman da hayatın aslında ne güzel olduğunu, onun bunu fark etmediğini çünkü evde kapalı kaldığını anlatacaktı ona. Omuzlarını silkti. “Fark etmez” diye düşündü. “Ben tek başıma da içerim.” diye mırıldanarak birasını dikti ve yenisini almak için bar tezgahına doğru seyirtti.

Bir Kutu Dondurma

Bangır bangır çalan müziğin ve yanıp sönen ışıkların arasında tek başına durmuş sigara içiyordu. Mavi, yeşil ve kırmızı ışıkların bir saniyeliğine aydınlandıkları yerlerde havada asılı olan sigara dumanını seçebiliyordu insan. Bu havasız, bodrum katından bozma gece kulübünde alkol ateş pahası olsa da insanların boğazından su gibi akıyordu. Erkekler garson, kadınlar fahişe gibi giyinmişti. Kulaklarını kanatacak kadar yüksek sesli müzik çalan bu ortamda tek iletişim şekli dans ederken birbirine sürtünmek olunca buna şaşırmak pek zor olmuyordu insan için. Ve işte o, neden orada olduğunu merak edip gecenin kim bilir kaçıncı sigarasını yakarken birinin koluna dokunduğunu hissetti. Soluna döndü ve Joker’i kıskandıracak derecede makyajı akmış bir kız figürü gördü.

Dağılmış makyajlı yüze vuran bir kaç saniyelik ışıkta kızı tanıdığını fark etti. Sadece tanımakla kalmıyordu düpedüz arkadaşıydı. Üç sene kadar önce tanıştığı Selin’in dediklerini anlayabilmek için başını kızın omzuna uzattı. Malboro Mentol içmekten sesi çatlamış, bütün gününü konken oynayarak geçiren bir kadının homurdanmasına benzeyen seslerden başka bir şey duymayınca kulağını göstererek elini iki yana salladı. Kız telefonunu çıkartıp ekrana bir kaç kez dokunduktan sonra adamın suratına tuttu. Telefonun mesaj uygulamasını açmış ve tek bir cümle yazmıştı. “Dışarı gel.” Zeki kız. Adam başını evet anlamında salladıktan sonra içkisinden son bir yudum alarak dışarıya çıktı.

Ses yalıtımı her zaman adamı büyülemişti. Daha merdivenleri çıkarken kulüpten gelen müzik kesilivermişti. Kapının dışında Selin’in çoktan sigarasını yaktığını ve ayağını sert bir ritimle yere vurduğunu gördü. İyi bir işaret değil. “Burada olduğumu nereden bildin?” dedi ceketini çıkartırken. Kız ona doğru döndü ve “Ahmet’i aradım. Seni buraya bıraktığını söyledi. Böyle yerlerin senin tarzın olmadığını sanıyordum. Kız kaldırmaya falan mı çalışıyorsun?” dedi. Adam ceketini kızın omuzlarına bırakarak kaldırımın kenarına oturdu. Sağ tarafındaki boşluğa eliyle vurarak Selin’e oturmasını işaret etti. “Buradan geçerken içeri girip giremeyeceğimi merak ettim. Sarhoştum. Bu tarz mekanlarda standart dedikleri bir şey tutturmaya çalışıyorlar bilirsin. Yanında bir dişi yoksa, çok para harcayacak gibi durmuyorsan veya ne bileyim mekanın temasına aykırı bir durumun varsa içeri almıyorlar zannediyordum. Bunların hangisi yüzünden içeri alınmayacağımı öğrenmek istemiştim. Fakat içeri girerken numaramı almak dışında hiç bir şey yapmadılar. Hangisi daha üzücü bilmiyorum, onların standartlarına uygun olmam mı yoksa biranın içeride yirmi lira olması mı? ” dedi. Kendi de bir sigara yakarak ekledi  “Senin böyle sürpriz yapma adetin yoktur neden geldin? Yüzünün halini sormak bile istemiyorum.” dedi.

Selin önce alt dudağını ısırdı. Tereddüt eder gibiydi. Bir kaç saniye sonra çözülerek iki elini havaya kaldırdı ve konuştu. “Haklıydın.” Dedi. Adam yüzünü buruşturarak, “Son zamanlarda sevmediğim bir özelliğim. Bu gece de farklı olmayacak gibi. Hangi konuda haklıydım?” Kız bir an ağlayacak gibi oldu ama sonra burnunu çekti ve toparlandı. “Hepsi senin suçun. Çok ibnesin bunu biliyorsun değil mi? Senin yüzünden hepsi!” diyerek adamın omzuna bir yumruk salladı. Adam gülerek omzunu ovuştururken “Haklı olabilirim ama medyum değilim anlatmazsan ne olduğunu bilemem değil mi?” dedi. Kız “Yılışıklık yapma.” Dedi. Avuçlarını gözlerine bastırdı ve konuşmaya başladı. “Senin söylediklerini düşünüyordum bugün. Onu aradım. Akşam buluşalım dedim. Toplantım var gelemem yarın bir şeyler yaparız dedi. Halbuki bir kaç gün önce bugün için bir planı olmadığını aksine yarın toplantısı olduğunu söylemişti. İşkillendim. İşten çıkmasına yakın ofisine gittim. Pardesü falan giydim salak bir dedektif gibi. Gülmesene be! Neyse… Takip ettim. Önce o orospuyu evinden aldı. Bizim orada o lunaparkın yakınlarındaki bir restorana gittiler. Aylardır oraya gitmek istediğimi söylüyordum ona. Piç herif. Sonra bir eve gittiler herhalde kızın evi. Sonra göt herif lastiği unutmuş herhalde evden çıktı bakkala girdi. Siyah bir poşetle çıktı içeriden. İçinde küçük bir kutu olduğu belli oluyordu. Ondan sonra arabada ağlamaya başladım. Bir yerden sonra o boktan herif için değmeyeceğine karar verip seni aradım açmadın. Ben de Ahmet’i arayıp buraya geldim.”

Ufak bir sessizlik oldu. Adam bir kaç saniye sonra, “Evet tamamen benim suçummuş. Ama şanslıyımki bunları söylemek için yanıma geldin. Sana kendimi affettirebilirim. Yapacağımız şeyi anlatayım. Şimdi senin o güzel alman malı arabana binip evine gideceğiz. Önce yüzünü gözünü güzelce temizleyeceğiz. Sonra sana üç numara bol gelen bir pijama giyeceksin. Ben o sırada gidip yüzlük rakı alacağım. Bakma bana öyle geldiğimde ağlamaya devam ediyor olursan, eline bir dondurma kutusu verip bütün şişeyi ben içerim. Ev dediğin o minimalist kutuda ne varsa onu meze yapacağız ve kusana kadar içeceğiz. Eğer şişe bitene kadar kusmazsak ikinciyi açacağız. Senin kustukların o adama karşı olan duyguların olacak. Benimkilerse… Eh ben büyük ihtimalle safra ve alkol kusacağım. Sonra sen anlatmaktan ve kusmaktan yorgun düşünce seni o yere yakın japon yatağına taşıyacağım. Üstünü örtüp, salona gidip geri kalan ne varsa içeceğim. Son kısım evinde adam gibi bir kanape olmadığı için sana ceza.  Hadi kalk bakalım!.” Dedi kızın koluna girip ayağa kalkarken.

“Bunun pek iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum. İçip içip sana yapışmak istemiyorum. O noktadan sonra geri dönüşü olmuyor biliyorsun.” Dedi Selin. Adam gülerek, “Umutlarını yıkmak istemem ama suratının haline bak, seninle yatmam için alkolden çok fazlası gerek. Hem aşk olsun ben öyle bir insan mıyım?” dedi. Ve yürümeye başladılar. Selin çoktan topuklu ayakkabılarını çıkarmış yalın ayak serin ve pislik dolu kaldırım taşlarına basıyordu. “Araba şurada.” Dedi Selin bir ara sokağı göstererek. Yavaş adımlarla gri BMW’ye doğru yürüdüler. Yaklaştıklarında Selin çantadan anahtarı çıkartırken adam elini uzatıp “Ben kullanabilir miyim?” dedi. Selin şaşırarak “Leş gibi sarhoşsun!” dedi. “Yine de senden daha iyi kullanacağım bahse girerim” diye cevap verdi adam gülerek. Selin “Götlük yapmanın gereği yok, al kullan. Kaza yapar da sadece ben ölürsem ruhum seni rahat bırakmaz haberin olsun.” Dedi. Adam gülümseyerek anahtar yerine geçen, üzerinde bir kaç tuş bulunan kumandayı aldı.

Uzaktan arabanın kapılarını açtı. Sinyal ışıkları yanıp söndü, kapı kollarını aydınlatan ışıklar yandı. Üstün Alman teknolojisinin yanına gelmişlerdi ki adam tam kafasının arkasında metalik bir tıkırtı duydu. “Sakın kıpırdamayın yoksa anam avradım olsun beyninizi dağıtırım.” Dedi Fikret silahı adamın ensesine dayarken. “Arabanın anahtarını, cüzdanı telefonu melefonu ne varsa çıkarın adamı hasta etmeyin sıkarım bir tane ense köküne.” dedi. Adam  “Sakin ol. Yanlış bir şey yapma. Bir şey denemeyeceğiz ne istiyorsan vereceğiz. Sadece sakin ol. Hem aptalca bir şey yaparsan hapislerde çürürsün sakin ol.” Dedi cüzdanını çıkartırken. Fikret hafif bir gülme sesi çıkardı, adamın ve Selin’in elinden ganimetlerini toplarken. Hepsini belinde asılı olan çantasına tıktı ve “Arkanızı dönün de bir bakayım size.” Dedi. Ve arkalarını döndüler. Adamın ilk hissettiği şey karnında bir sıcaklık oldu. Sonra acı geldi. Sonra yere düştü. Sonra yere biraz kan tükürdü. Sonra başını kaldırdı. Sonra adamın Selin’in kafasına silah dayadığını gördü. Sonra adamın Selin’in elbisesinin eteğini yukarı kaldırdığını gördü. Kulakları uğulduyordu ama Selin’in çığlık atmak isteyip adamın eliyle ağzını kapadığını görmek için kulaklarına ihtiyacı yoktu. Biri ışıkları kısıyordu. Dünyası gittikçe daha bulanık bir hal alıyordu. Adam o boktan ara sokakta kanamaya devam etti. Bilincini kaybedene, Fikret boşalana kadar.

Anlamıyorum

Elini uzatıp gözlüğü masadan aldı. Burnun üzerine yerleştirdikten sonra etrafına baktı. Yatağın diğer tarafındaki bedene doğru kayarak sarıldı ve kadının omuzunu öptü. Bir süre sevdiğinin kokusuyla boğulmak için bekledi. Çok geçmeden kadın gerinerek uyandı ve adama baktı. Adam başını kaldırdı “Günaydın” dedi gülümseyerek. Kadın esneyerek başını yukarı aşağı salladı ve yataktan çıkarak tuvalete gitti.

Adam, kadının arkasından baktıktan sonra, yataktan çıktı. Terliklerini ayağına geçirdi ve çalışma masasına doğru ilerledi. Bilgisayarın güç tuşuna bastı, açılmasını beklemeden mutfağa yönelerek ısıtıcıya su doldurup kaynatmaya başladı. Bir yandan dolaptan fincan ve çay çıkarıyor, bir yandan da bugün yapacaklarına karar vermeye çalışıyordu.

İki fincanın içerisine birer poşet çay ve sıcak su doldurduktan sonra elinde fincanlarla içeriye gitti. Kadın tuvaletten çıkmış, yatağa uzanmış telefonuyla ilgileniyordu. Elindeki fincanları kaldırarak kadına gösterdi ve birini masaya bıraktı. Televizyonu açtı, sesini sonuna kadar kıstı. Çalışma masasına oturarak e-postalarını kontrol etmeye, haberlere bakmaya başladı. Uzunca bir süre sessizce kendi işleri ile ilgilendiler. Bir noktada adam müzik çaları çalıştırdı ve buğulu bir ses şarkı söylemeye başladı;

I lost myself on a cool damp night

Gave myself in that misty light

Was hypnotized by a strange delight

Under a lilac tree

Kadın bir an başını kaldırarak adama baktı. Adam göz göze gelme umuduyla başını çevirdi ama kadın tekrar telefonuna gömülmüştü bile. Kadın ayağa kalkıp salona geldi, masadan çay fincanını alarak kanepeye uzandı. Adam kadını görebilmek için bilgisayar ekranını bir kaç santim sağa kaydırdı. Boğazını temizleyerek “Film izlemek ister misin?” diye sordu yüksek sesle. Kadın başını hareket ettirmeden kaşlarını kaldırdı ve “Sabah sabah?” dedi. Adam buna ne cevap vermesi gerektiğini bilemedi. Cevap vermeli miydi onu bile bilmiyordu işin aslı. Bir film izlemek için günün belirli saatlerini mi beklemek gerekiyordu? O sadece oynat tuşuna basmanın yeterli olduğunu zannediyordu. Şarkı bitti ve bir sonraki başladı;

Standing on the gallows with my head in a noose

Any minute now I’m expecting all hell to break loose

People are crazy and times are strange

I’m locked in tight, I’m out of range

I used to care, but things have changed

Saat öğlene geliyordu. Kadın ayağa kalkarak gerindi. “Ne yapalım bugün?” diye sordu. Adam şaşkınlıkla baktı kadına, zaten bir öneride bulunmuştu. “Evde baş başa vakit geçiririz diye düşünüyordum.” dedi kadına. Kadın yüzünü ekşiterek “Onu hep yapıyoruz. Dışarı çıkalım, gezelim biraz, karşıya geçelim kahve içelim.” dedi. Adam başını yana eğdi, kahve içmek için bir buçuk saat araba kullanmak mantıklı gelmiyordu. “Alt sokaktaki kahveciye gidelim?” diye önerdi. Kadın iç geçirerek “Daha iki gün önce oradaydık, sürekli aynı yerlere gitmek istemiyorum biraz değişik bir şeyler yapalım.” dedi. Adam gülümsedi “Bu tartışmayı yapmadan bir yere gitmeye karar verirsek değişik bir şey yapmış oluruz.” dedi.

“Ha ben sürekli sorun çıkarıyorum yani?” dedi kadın ellerini havaya fırlatarak. Adam cevap vermeye fırsat bulamadan, “Çok sıkıcısın tek derdin bilgisayar başında oturmak” diye ekledi. Adam cevap vermek için ağzını açtı fakat kadın, “Ne olur yani Sirkeciye falan gitsek dolaşsak biraz?” dedi yumrukları belinde. “Bir şey olmaz. Ama benim derdim de bu işte, bir şey olmaması. Ne fark edecek? Parise gitmiyoruz ya sonuçta? Boğazın karşı yakasının, bu yakasından, hatta bu sokaktan farkı ne?” diyebildi sonunda adam.

Kadın küçük bir çığlık atarak yerine zıpladı. “Nasıl farkı ne ya? Nasıl farkı ne? Farklı bir yer, her zaman gitmediğimiz bir yer. Ama sen anca bilgisayarın başında otur sigara iç bütün gün kapalı yaşa böyle.” Adam sessiz kaldı. “Ben eve gidiyorum. Sen ne yaparsan yap.” dedi kadın ve üstünü değiştirmeye başladı. Adam ayağı kalktı. Elleri cebinde kadının yanına gitti ve “Ben bırakırım seni, taksiyle falan uğraşma şimdi.” dedi. Kadının bakışları adamın kafatasını delip geçecekmiş gibi görünüyordu. “İyi” dedi kadın giyinmeyi bitirmişti. Çantasını alarak kapıyı hızlıca açtı evden çıktı.

Adam iç geçirerek başını iki yana salladı. Çoğu zaman ne yapacağını bilmiyordu. Herkes gibi yaşamadığın, herkes gibi düşünmediğinin farkındaydı. Ama kadınla olan ilişkisinin onu biraz daha “normalleştireceğini” düşünmüştü. Son zamanlar bu düşünceye kuşkuyla yaklaşıyordu. Evde oturup film izlemenin neden bu kadar kötü olduğunu anlamıyordu. Dolabı açtı. Ceketini alırken, dolabın içinde akşam yakmayı planladığı mumları ve açmayı düşündüğü şarabı görerek başını iki yana salladı.

“Anlamıyorum.” diye mırıldandı evden çıkarken. Şarkı bitmişti ve bir sonraki başlamıştı;

You built my hopes so high then ya let me down… so low

Don’tcha realize sweet baby?

Woman I don’t know… which way to go

Woman I can’t quit you babe

I think I’m gonna put you down for a while

Tanrı

Her şey çoğu zaman olduğu gibi bir sigarayla başladı. Tanrı masasının başına oturdu ve sigarasını yaktı. Tanrı önce kağıdı yarattı. Önce kağıdı yarattı ki diğer yaratımları kağıdı kullanarak bir şeyler üretsinler. Tanrı sanatı yarattı. Kendi yarattığı sonsuz boşluk içinde sıkıntıdan yıldızları öldüren Tanrı, sanat yapsın diye insanı yarattı. Ve sanat, Tanrı’nın koyduğu fizik kurallarını bozdu. Bir şeyi sadece Tanrı’nın yoktan var edebileceği veya yok edebileceği kuralı, sanat ile bozuldu. Daha önce hiç bir yerde ve mekanda bulunmayan resmi tuvale işleyen ressam Tanrı oldu. İnsan yarattı. Tanrı izledi. İnsan önce Tanrıyı yarattı, ihtiyacı kalmayınca yok etti.

Kırmızı Kapının Ardında

Başını çevirip yatağındaki kadına baktı. Bilgisayar ekranından yayılan soluk mavi ışık ince pikenin altından çıkmış biçimli bir bacağı aydınlatıyordu. Yarattığı bütün klavye tıkırtılarına ve bilgisayarından gelen fan sesine rağmen uykusuna devam ediyordu kadın. Başını iki yana doğru sallayarak paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Ona kırmızı bir kapıyı hatırlatan anlık dejavu hissini içinden atmaya başladı. Siyaha boyanmak istenen kırmızı bir kapı. Stones şarkısındaki gibi. Hayatında hiç bir renk olmayan ve olmasını da istemediği bir dönemde benzer bir şey yaşamıştı. Eski odasında ufak kuleler oluşturan mizah dergileri yatağın altında kutulanmış duruyordu. Odanın işgalini kitaplar devralmıştı şimdilerde. O zamandan bu zamana yaşadıklarını düşündü. Ne kadar değişmişti? Veya ne kadar değiştiğini zannediyordu?

Bu düşünce onu rahatsız etti. Zira etrafındaki herkes hayatında bir ilerleme kat ediyordu fakat o hep yerinde sayıyormuş gibi hissediyordu. Yanlış anlamayın bulunduğu yerde pek bir sıkıntı yoktu ama oyunlarda olduğu gibi bir kaç seviye atlamış olsa fena olmazdı hani. Değişmek. Bir şeyin artık eskisi gibi olmaması. Can sıkıcı bir şey özünde. Alışkanlıklarından kolay vazgeçen biri değildi. Bu çoğu o zaman ona pahalıya patlamıştı ve özünde inatçı bir insan olmasından kaynaklanıyordu. Özellikle de yalnızlık alışkanlığını bırakmamak için vazgeçtiği ilişkiler ve karşı tarafa alıştığı için bırakamadığı ilişkiler.

Romantik ilişkilerde hep mutsuz olmuştu. Başlarda her şey güzel gider bilirsiniz. Yeni birini tanımak, onun hayatına girmek her zaman ilgi çekicidir. Ama eninde sonunda tanıyacak, öğrenecek şeyler tükenir ve o kişinin yalın hali ile baş başa kalırsınız. Anlatabileceği her şeyi anlatmış olan biriyle vakit geçirmek zordur. Zira aynı zamanda o kişiye katlanabilmeyi ve birlikte vakit geçirebilmeyi gerektirir. Eğer pek ortak noktanız yoksa bu inanılmaz derecede zor olabilir. Onun çoğu ilişkisinde de böyle olmuştu. Bir süre sonra yapacak, anlatacak, dinleyecek bir şey kalmamıştı ve geriye sadece kavga etmek, surat asmak ve eninde sonunda ayrılmak kalmıştı. Tıpkı başarısız olan her ilişki gibi. Eskitmediği ilişkilerinde ise parteri değişmişti. Ve alışkanlıklarına bu kadar önem veren biri değişen biri ile de yapamazdı… Öyle değil mi?

Küçük şeylerden zevk alan biri değildi pek ama sessizliği her zaman sevmişti. Karşısındaki ile sessiz kalabilmeli insan. Bir şey söylemeden, bir şey yapmadan, hatta belki bakışmadan bir süre rahatsız hissetmeden oturabilmeli. Karşındaki kişinin sadece yanında olma hali bile diğer seçeneklerden çok daha iyi olmalı. Yoksa nedir ki karşındaki? Bir  tür oyalanma hali mi? Yoksa kendini haklı kılmanın kılıf uydurulmuş hallerinden biri mi? İkiliden birinin motivasyonu hakkında da düşünmek gerekir. Günün sonunda yatağa girmek için gün boyu uyum sağlayan insanların, yazının tam ortasında tarzını değiştiren bir yazardan ne farkı var? Düşünün ikisinin de bir derdi var. Anlatacak, yapacak, edecek. Yolunu hazırlıyor.

Tüm bunları düşününce aklına tekrar kadın geldi. Başını ellerinin arasına aldı. Peki biz? Biz hiç bir şeyiz. Ne bir şeydik, ne de bir şey olacağız. Neden peki? Nedeni yok, sadece yarım saatlik bir egzersiz. Bedenlerin kullanıldığı, para yerine zevk takaslanan bir alışveriş. Sadece o kadar mı? Sadece o kadar seni moron.

Pencereye baktı. Yakında sabah olacaktı. Kadın giyinip gidecekti ve o aşılmaz yalnızlığına hala sahip olacaktı. Neydi şimdi bu, gerçekten bir takas mı? Sanırım öyleydi çünkü kendini dolandırılmış hissediyordu. Sanki bir şey kaybetmişti. Sanki yenilmişti. Erkekler hep zafer kazandıklarını hisseder zannederdi.Olmadığı biri gibi davrandığı için suçlu, bitkin ve tuhaf hissediyordu.

Bir kaç gün şehir dışına çıkmalıydı belki de. Kaçacak mısın? Kaçmak değil bu. Sadece geri çekilmek. Bir kaç adım geri gidip daha geniş bir açıdan bakmak. Ya ararsa? Aramaz. Şimdiye kadar hiç aramadılar. Ya bu farklıysa? Bekaretini kaybetmiş köylü kızı gibi davranmayı kes. Acımı gördü, beni gördü. Dün gece hayatının en iyi gecesiyse bile aramayacak. Ya ararsa? Ya ararsa…

Başını iki yana salladı. Ayağa kalkıp diğer odaya geçti ve çabucak üzerindekileri değiştirdi. Bilgisayarı kapattı. Yatağın yanındaki sehpanın üzerine “Çıkmam gerekti, dolapta kahvaltılık var.” yazan bir not bıraktı. Ceketi bir çırpıda üzerine geçirip çıktı evden. Sabahın ilk ışıkları sokakları aydınlatmaya başlamıştı. Mavi bir İstanbul. Denizden sokaklarına kadar. Mutlu bir düşünceydi. Denizi düşününce adımlarını sahile doğru çevirdi. İşe giden insanlar çoktan kalkmış takım elbiseleri ve çantaları ile otobüs duraklarına dizilmişlerdi. Bu… bu başka bir zamanın konusu.

Duraklar önünden geçerken simit aldı. Sahilde kimsecikler yoktu. İstanbulun silüetini izledi simidini yerken. İnşaatlar, inşaatlar. Diken diken bir kültür başkenti. Kendi de böyle hissediyordu bazen. İstanbul gibi. Uzaktan bakınca bir beton yığını. Yakına gelip, sokaklarında yürüdüğünde bir cennet. Ama o kadar çok trafik var ki bir türlü yakınına giremiyorsun.

Yokluk

“Peki o zaman ne olacak?” diye sordu karşısında ki merakla. Vereceği cevabı biliyordu, ama karşısında ki genç adam gene de öğrenmek istiyordu. “Hiçbir şey.” diye cevapladı sakallı bilge. Şaşırmıştı genç adam. Beklediği gibi gelmemişti demek ki cevap. “Nasıl yani?” dedi daha gerçekçi merakla. Heyecanlanmıştı artık. Sonunda diğer günlerden farklı bir konuşma yapacaklarını sezmiş olmalıydı. Zeki çocuk.
Sakallı bilge piposunu dişlerinin arasından tüttürken bir yandan da sallanan sandalyesini ileri geri sallıyor, ritmik gıcırtılara neden oluyordu. Kahverengi iskeleti ve deri kaplı minderi olan bu sandalye epey eskiydi. Adamın kendiside eskiydi. Yaşça pek değil belki. Ama bilgeydi. Kadim bir his yayıyordu etrafına. Sanki her şeyi görmüş, her şeyi bir kenara not almış gibiydi. Palanthas Kütüphanesi’nin baş kütüphanecisi Astinus gibi.
Terasta oturuyorlardı. Genç adam yerde bir minderin üzerinde bağdaş kurmuş şarap içiyordu. Fularından  tutunda, sürekli yanında taşıdığı “Felsefe Tarihi” adlı kitabına kadar her şeyiyle tam bir entelektüeldi. Sakallı bilge ise tam aksine rahatça bir bacağını diğerinin üzerine doksan derece açı oluşturacak şekilde atmış, bir elinde piposu, diğer elinde ise birasıyla yıldızlara bakıyordu. Doğaldı onun bilgeliği. Saf insanlık kaynağının kendisinden geliyordu sanki. Dünyadan değil hayır. İnsanlığından gelen bir bilgelik. Zekasından kaynaklanan, doğuştan bir yetenek.

 

Yıldızlardan gözünü ayırarak gence baktı en sonunda. “Dediğim gibi; hiçbir şey. Ölünce hiçlik bile olmayacak evlat. Bunu tahayyül etmen biraz zor. Çünkü yokluğu hiç deneyimlemedin. Şu ana kadar etrafında olan herşey vardı. Bu yüzden yokluğun ne olduğunu çoğu kişi anlayamaz. Anlayabilseler bile anlamak istemezler. Çünkü korkarlar. Bundan sonra yokluğun olabileceği düşüncesi aslında insanları inanca iten şeydir. Böylesi kolay gelir onlara. Ne derler bilirsin; Cahillik, mutluluktur.” diye konuştu ve piposunu tüttürmeye devam etti.

Evin boşluğu

Dar antreyi aydınlatan lambanın düğmesine basıp anahtarını kapının yanındaki sehpaya bıraktı. “Ben geldim.” diye mırıldandı. Omzuna asılı çantayı yavaşça omzundan sıyırıp yere bıraktı. Sol ayağının topuğu ile sağ ayakkabısını çıkartıp aynı işlemi diğer ayağı için de yaptıktan sonra üstündekileri çıkarta çıkarta yatak odasına doğru ilerledi. Tuvalete girdikten ve duş aldıktan sonra, üstüne beş senelik yırtık pırtık bir tişört ve bol bir şort giyip mutfaktaki buzdolabını açtı. Raflara şöyle bir göz gezdirdikten sonra kapağın en altındaki raflardan bir bira şişesinin kapağını çevirerek açtı. Kapağı tezgahın üstüne gelişi güzel fırlatarak mikrodalga fırının üstünde duran üç cips paketinden baharatlı olanı alıp salondaki kanepeye oturdu.
Kaç senedir kendi kapısını kendi açıyordu? En son ne zaman biri ona hoş geldin diyerek yemek kokuları ile karşılamıştı? Belki lisedeyken annesi. Onun dışında? Kimse. Birasından bolca bir yudum alıp ağzına bir cips atıverdi. Evin içi sıcaktı. Şişesini ve cips paketini kaptığı gibi evin balkonunda buldu kendini. En ufak harekette gıcırdayan şezlonga büyük gürültüler eşliğinde oturarak ayaklarını balkonun demirlerine uzattı.

 

Gecenin sessizliğinde tembelce salınan ağaçları ve onların yapraklarını dinledi. Sokağın karşısında titreşen sokak lambasına baktı. Cebindeki bir paketten sigara çıkartarak dudaklarının arasına yerleştirdi ve yakarken düşündü; “En son ne zaman biri beni sevdiğini söyledi?”. Hayatında bir yada iki kadın olmuştu. Gerçekten sevmişti onları, tam anlamıyla bağlanmıştı. Ama sonra belki onun yüzünden belki de kadınların yüzünden bitmişti. Büyük ihtimalle onun yüzündendi. Büyük ihtimalle sadece onun yanında olmak bile kadınları üzüyordu. Ama yine de sevmişti. Ama yine de bitmişti. Şimdi tek başına, evinin balkonunda şortuyla oturup sigara içiyor ve sokağın karşısındaki lambanın titreşmesini izliyordu. Oysa ne kadar az şey istiyordu şu hayatta. Birini istiyordu sadece. Değer verecek, sevecek ve karşılık görecek birini istiyordu. Yanına gelip, elini tuttuktan sonra,  “Her şey yoluna girecek, benimle gel.” diyecek birini istiyordu. Ama bunun yerine tek başına, evinin balkonunda şortuyla oturup sigara içiyor ve sokağın karşısındaki lambanın titreşmesini izliyordu.